Cuma, Temmuz 07, 2006

kültür kimlik ring

Siyahi ekibi olarak başlı başına zorlu bir macera olan dergi çıkartma projesinin yanında kimi zaman heyecana kapılıp beğendiğimiz yazarların, düşünürlerin kitaplarını basabileceğimiz daha geniş bir yayın girişiminin hayalini kuruyoruz. Şu yazarın şu çok önemli kitabı çevrilmedi, bu düşünüre ait hiç bir şey yayınlanmadı diye hayıflanıyoruz. Yakın bulduğumuz yayınevlerinden biri takip ettiğimiz isimlerden birinin çalışmasını çıkarttığında heyecan duyuyoruz. Adının pek çok yerde olumlu biçimde anıldığına rast geldiğim ve sonrasında konuşmalarından birini dinleme fırsatı bulduğum Iain Chambers’ın Göç, Kültür, Kimlik başlıklı çalışmasının Ayrıntı Yayınları tarafından çevrildiğini görünce yoğunlaşmanın tam zamanıdır dedim kendi kendime. Kitabı okurken iki nedenle hafif bir kızgınlık duydum Ayrıntı’ya: öncelikli olarak, çeviri konusundaki pimpirikliliğimden olacak ingilizce orijinaline geçmek zorunda kalmıştım; ikinci olarak da, Chambers’ın daha yakın dönemde kaleme aldığı daha olgun çalışmalardan birinin değilde 1994 tarihli bu kitabın seçilmiş olmasının yanlış bir karar olmasına yazıklandım. Zamanlama konusundaki duyduğum bu rahatsızlık, kendimi konumlandırmaya kuramsal çizginin paradokslarına da dokunuyordu aslında. Chambers’ın Göç, Kültür, Kimlik’te yanyana getirdiği kaynaklar, izlediği yöntembilim, okuyucuya yansıttığı siyasal iyimserlik aslında bizim, yani bugün Siyahi’ye kadar uzanan birlikteliğin ilham aldığı kaynaklara oldukça yakın. Postyapısalcı açılımları, marxist heterodoksi belleğini, liberter geleneği, de Certeau’dan Situasyonistlere, Talking Heads gibi müzik guruplarından Isaac Julien gibi güncel sanatçılara uzanan bir referans yelpazesini biraraya getirmekteydi Chambers. Birmingham’da filiz vermiş ‘kültürel araştırmalar’ zemininin İngiltere yerelliğinden sıyrılıp gezegenin bütününe bakmaya başladığı anı işaretlemekteydi bu kitap belki de. Doksanlı yılların ortalarında yükselmeye başlayan ‘yeniden-siyasallaşma’ dalgasının, kapitalin küreselleştiriciliğiyle rekabet edebilecek bir kabarışın, güçlenen yataygeçişlik vurgusunun, disiplinler arasındaki sınırların silinmesinin, kinetiğin akışkan iyimserliğinin izleri, sabitlenmiş değerlerin çözülüyor olduğuna tanık olmanın heyecanı var Chambers’ın satırlarında. Hiç yabancımız değil tabii ki. Bizi de ciddi biçimde şekillendiren bir kesişmeler zinciriydi o dönemde deneyimlenen. Kötümserliğime katılır mısınız bilmiyorum ama bana öyle geliyor ki artık gözümüzün kenarıyla farkediyoruz ve biliyoruz ki, bu heyecan bir süredir aşağı doğru bir eğri çizmekte. Ve bu nedenle Chambers’ın 1994’te kaleme aldığı ve belirli bir elektriklenmenin ruhunu yanıstan cümleler bugün bize naif geliyor. Rüzgar tam olarak ne zaman döndü, yine 11 Eylül 2001’i milad almak doğru mudur, bilemiyorum. Ama kültürel farkların sınırsız biçimde gezegeni dolaşmadığı, eleştirel ve radikal oluşumların, çoklukların lineer bir genişleme izlemediği, katı olan her şeyin buharlaşmadığı, hatta daha önce buharlaşmış olduğunu sandığımız şeylerin yeniden katılaştığı, uygarlık ve milli kültür farkları gibi kavramların önümüze sürüldüğü bir dönem yaşadık, yaşıyoruz gibi geliyoruz bana. Ve bu noktada post-anarkist bir konumun kültür ve kimlik kavramlarına nasıl baktığını yeniden değerlendirmek gerekiyor sanki.

Kişisel olarak beni konu üzerine düşünmeye sevk eden şeylerden biri de sol olarak düşünülen yelpaze içinde oluşmuş belirli bir konuma karşı duyduğum tepki. Bir süredir Alain Badiou, Slavoj Zizek, Peter Hallward gibi isimler (coğrafi anlamda) kültürel olanı siyasal alanın dışına taşıma çağrısında bulunuyorlar. Seksenli ve doksanlı yıllarda akademik bir yaygınlık kazanan sömürge-sonrası eleştiriye duydukları hıncı kibarca şöyle formüle ediyorlar: “coğrafi özgüllük olarak bahsedilen şeyin ölçeği son derece keyfi; Homi Bhabha, Gayatri Spivak, Arjun Appadurai gibi isimler şizoid bir dağılma, melezlik ve köksüzlükten başka bir şey vaad etmezken, diğer bir sömürge-sonrası eleştiri kanadı da paranoyak biçimde kontürlerini kendi çizdikleri kimi çerçeveler üzerine (özellikle sömürgelikten kurtulmuş Afrika kültürü bağlamında) sadece kendilerinin söz alabileceğini, otantik temsiliyet kurabileceklerini iddia eden tezler öne sürüyorlar”. Gerçekten de sömürge-sonrası konumun iç çelişkilerine, sınırlarına işaret eden pek çok kişinin orasından burasından katılabileceği argümanlar bunlar. Ama bu argümanların hemen akabinde Badiou, Zizek, Hallward ve diğerleri sanki kültüre değin son yirmi yılda gerçekleşen tartışmalardan hiç bir kazanım, düşünüm elde edilmemiş gibi ‘fark’ nosyunundan uzaklaşma çağrısı yapıyorlar. Son derece indirgeyici bir tavırla kültür kavramını etnik, ırksal ve ortak geçmiş saplantılı özdeşleşimlerle eşitliyorlar. Kültürel olanı mekânların birbiriyle etkileştiği, belleklerin, duyuların, edimlerin, üretimlerin, dillerin birbiri içine geçiştiği ‘habitat’lar olarak değerlendirmek yerine silmeye girişiyorlar: Artık yeniden ‘aynılık’, ‘özdeşlik’ üzerine eğilmenin zamanı geldi diyorlar. Saf bir siyasallığın ancak kültürel boyuttan sıyrılarak ve coğrafya-ötesi bir evrensellik atfettikleri ‘adalet’ ve ‘eşitlik’ gibi ilkeleri paranteze alarak kurulabileceğini savunuyorlar. Buradaki kendi değerlerine evrensel değer biçen Avrupa-merkezci imgelem kolaylıkla tespit edilebilir. Ama bunun ötesinde tuhaf bir adım daha atıyorlar. Saf biçimde siyasal olarak niteledikleri zemini işletecek mekanizma olarak sadece ortak bir gelecek perspektifine sahip yurttaşlar tarafından inşa edilecek ‘ulus-devlet’ formülünü öne sürüyorlar. Ne kadar yenilikçi değil mi? Bu reçete daha önce önümüze gelmemiş miydi? Kulturnation’a karşı Staatnation... Etnik Milliyetçiliğe karşı Sivil Milliyetçilik... Burada talep edilen hem ‘ulus’, hem ‘devlet’, hem de ‘ulus-devlet’... Sanki ırksallaştırma kodlarından muaf bir milliyetçilik daha önce bir kez olsun deneyimlenmiş gibi... Sanki ‘ulus-devlet’ çerçevesi keyfi ya da en azından olumsal biçimde belirlenmiş ölçeklere bağlı değilmiş gibi... Buradaki paradoks bu yazarların indirgeyici ve yanlış biçimde tanımladıkları kültürel boyuttan kaçarken tam da temsiliyete iliştirilmiş kültür anlayışının, homojenleştirici idari düşünüşün ürünü olan bir araca tutunmaya çabalamaları. Egemen ideoloji olarak başka türden idari deneyimlere izin vermeyen ulus-devlet nosyonu, başka yoğunluk ve içeriklere sahip kimlik anlayışlarını ikincilleştiren, kendisiyle rekabete girdiğinde ise bu anlayışlar üzerinde şiddet uygulayan ulusal kimlik kalıbı eleştirellikten uzak biçimde yeniden üretiliyor. Reel Politika’nın sıcak karnına sığınan, görü ve perspektif kısırlığını siyasal verimlilik olarak pazarlayan bu anlayışa isyan etmemek elde değil. “Dünya üzerinde var olan idari bölümlenmenin ötesinde bir şey düşünmek hayalciliktir; ulus-devlete karşı geliştirilen alternatifler hipotezin ötesine geçemezler; o yüzden biz hayali projelerden vazgeçelim, reel düzlemde kalalım; solun devlet iktidarı ve ulus ile olan didişmesine bir son verelim, erke talip olalım ve siyasal anlamda varmak istediğimiz içeriği ulus-devlet denen biçimin içerisine eklemleyelim”, diyorlar kısaca. Formülün devamında şu yazıyor: ezilmekte olan ulus-devlet yurttaşları neo-Jakoben bir bağıtlanmayla kültürel kimliklerini terk edecekler, evrensel bir adalet ve eşitlik projesi adına enternasyonalist bir mücadeleye girecekler ve ezen konumundaki ulus-devletleri altedecekler... Anti-emperyalist mücade ile her yönde esneyebilen yurtseverliği birbirine tutturmaya çalışan bu tür söylemlerin bizim yerelimizde nerelere uzandığını tartışmaya gerek yok sanırım.

Karaşın’daki yazılarından biriydi hatırladığım kadarıyla –Süreyyya, Ursula Le Guin’in Mülksüzler’de anarkistlerin yerleştiği gezegen olarak tasvir ettiği Annares’e oldukça muhafazakâr bir kültürel doku biçtiğini savunmuştu. Toplumu canlı tutan antagonizmalar mekânsal farklılıklardan değil, kıtlık ekonomisinin etkilerinden ve insan psikolojisindeki çalışma ve aylaklık, sosyalleşme ve vandallık gibi karşıtlıklardan kaynaklanmaktaydı. Aynı dili konuşan, benzer mimarilere, aynı ahlâki değerlere sahip birbirinden ayrıştırılması güç kentlerden oluşan homojen bir gezegen. Belki de reel biçimde deneyimlenen Sovyet projesine yaklaştırıyordu Le Guin Annares’i –ironiyle ya da değil. Burdan yola çıkarak post-anarkist bir tahayyülün coğrafi kültürü nasıl algıladığını, ona nasıl yaklaştığını, verili idari işleyişe nasıl alternatifler önerdiğini sormak istiyorum. Eğer ulusal kimlik anlayışının tahayyül edilerek kurulduğu konusunda hemfikirsek, bu kimliğin dayattığı tekeli çözünderecek birliktelikler nasıl tahayyül ve sonrasında inşa edilecek? Siyaset felsefenin sınırlarına, epistemolojik içe kapanmalara hapsolunmayacaksa ‘fark’ üzerindeki vurgu nasıl bir mekânsallığa tercüme edilecek? Klasik anarkist düşüncenin eleştirisi nesne olarak hep ‘devlet’ kavramını ele aldı. Bir coğrafya üzerinde, bir kültürel bedenin içinde cisim kazanmamış, konumsallaşmamış bir ‘devlet’ anlayışı öne çıktı. Hatta vurgunun çoğul haliyle ‘devletler’ üzerine değil de, heryerdelik atfedilen, her şeye egemen olduğu savunulan - tekil haliyle- ‘devlet’ soyutlaması üzerine gelişti. Aynı makismalist anlayış direnişin kurgulanış biçimine de yansıdı. ‘Evrensel’lik kavramıyla neredeyse aynı anlamda kullanılan bir enternasyonalizm, yani uluslar-arasılık fikri öne çıktı. Ulus çerçevesini halen bir belirleyen olarak kendi içinde muhafaza eden uluslar-arasılığın ötesinde, ve çokluğun kültürel farkı zaten kendi kendine ürettiği iyimserliğinin ertesinde nasıl bir işleyiş bekliyor bizi? ‘Biz’ derken bile duraksıyorum: ‘biz’in coğrafyası nedir mesela? Uygarlıklar-arası karşıtlığa dair söylem, rekabet halindeki ulus-ittifakları, ve yeniden ırkçılaşan milliyetçilikler tarafından güçlü biçimde baştan kodlanan sosyalliklerin berisinde ulus-altı ya da ulus-üstü ölçeklere ve frekanslara başvuran eleştirel oluşumlar nasıl bir etkileşim izleyecek? Anti-milliyetçi bir pozisyonu geliştirmek ve ‘anti’liğin ötesine taşımak konusunda daha fazla neler yapılabilir? Günümdeki anarkist oluşumlar minör ölçekli mahallilikler kurabiliyor mu ve bunları başka coğrafyalardaki radikal projelerle paylaşabiliyor mu? Farklı kimlik (ya da kimliksizlik) formasyonları, bileşimleri ve bu yönde eylemler üretebiliyor mu?